Peygamberler Allah'ın kendilerine vahyettiği hakikatleri "ne bir fazla ne bir eksik" hatasına düşmeden olduğu gibi insanlara aktarmışlar, yaşayış ve uygulamaları ile de örnek ve ölçü olmuşlardır
01.12.2020 00:00
Gerek dinimizin, gerekse örfümüzün fert ve toplum hayatımızdaki en mümeyyiz özelliği ahlak ve edeptir.
İslam'ın dışında hiçbir din, felsefi görüş ve ideoloji kendi insanını ahlak ve edep yönünden ele almaz ve eğitmez. Kaldı ki, bunu istese de yapamaz.
Çünkü insan gerçeğini, insanın yaratılışındaki hikmeti ve gayeyi bilmez. Bu durum biraz da gören gözün kendisini aynasız görememesi gibi bir şeydir. Bu münasebetle, önemine binaen altını çizerek ifade etmek gerekir ki, İslam'ın dışında hiçbir din ve düşünce insan bedenini ve insan ruhunu asla bilememiş ve tanıyamamışlardır.
Çünkü insanın kendi aklı ile kabiliyetiyle ve imkânlarıyla kendini tanıması asla mümkün değildir.
Bırakınız ilk çağları, bugün 21. asırda bile insanlık kendini tanıma noktasında bir arpa boyu yol alamamıştır. En gelişmiş ülkeler olarak batıyı örnek vermek gerekirse, batı hâlâ "konuşan hayvan" anlayışındadır.
İslam insanın yaratılışının bütün inceliklerini, detaylarını, hikmet ve gayesini, bedeni ve ruhi yapısını, özelliklerini bizzat yaratan Rabbinden öğrenir. Ayrıca mutlak doğru olan bilgileri, haberleri, neye ve nasıl inanacağını, neyi ve nasıl yapacağını ve neleri yapmayacağını da bütün gerekçeleri ile yine Allah'ın vahiy ve ilham yoluyla verdiği bilgilerden öğrenir.
Bu cümleden olarak, Allah ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem'i çamurdan yaratmış ve O'na kendi ruhundan üflemiştir. Sonra Hz. Adem'e eşyayı tanıtmış, bilmesi gerekenleri öğretmiş, yapması ve yapmaması gerekenleri de göstermiştir.
Allah bütün peygamberleri ve topluluklarını iman, ibadet, amel ve ahlak yönünden vahiy ve ilham yoluyla bilgilendirmiş ve haberdar etmiştir.
Peygamberler Allah'ın kendilerine vahyettiği hakikatleri "ne bir fazla ne bir eksik" hatasına düşmeden olduğu gibi insanlara aktarmışlar, yaşayış ve uygulamaları ile de örnek ve ölçü olmuşlardır.
Peygamberlerin sonuncu olan Hz. Muhammed (s.a.a.v.)'i Cenab–ı Hak sadece yaşadığı topluma ve zamana değil bütün insanlığa ve bütün zamanlara, Kur'an ifadesiyle alemlere rahmet olarak göndermiştir. Ve yüce Allah (c.c.) Peygamber Efendimizi tanıtırken, "Muhakkak ki Sen büyük bir ahlak üzeresin" buyurmuştur.
Peygamberimiz de, "Beni Rabbim terbiye etti, ne güzel terbiye etti" buyurarak ahlakının, Allah ve Kur'an ahlakı olduğunu haber veriyor. Geliş sebebini de: "Ben ahlaki güzellikleri tamamlamak için gönderildim" diye açıklamışlardır.
Şimdi Kur'an–ı Kerim'e, Hadis–i Şeriflere, zahir ve batın ilim sahibi Allah dostlarının sözlerine bakalım; imanı, ibadeti ve ahlakı iç içe buluruz.
Bütün bu bilgi kaynakları bize insanın yaradılış hikmetini Allah'ı bilmesi, O'na kul olması, ibadet ve taatte bulunması ve bütün bunların tabii ve zaruri neticesi olarak ahlak–ı hamide yani güzel ahlak sahibi olmasının gereğini, önemini ve yollarını gösteriyor.
Yani Hz. Peygamber Efendimiz nasıl Allah'ın ve Kur'an'ın ahlakı ile ahlaklanmış ise bizlerin de bir Müslüman olarak Allah'ın, Kuran'ın ve Peygamber Efendimizin ahlakı ile ahlaklanması da şarttır.
İman kalbi bir hakikat olması münasebetiyle onu bu haliyle anlamamız ve görmemiz mümkün değildir. Ama ibadetlerimizi ve davranışlarımızı asla gizleyemeyiz.
İbadetlerimiz ve davranışlarımızın ihlas ve samimiyeti doğruluğu ve güzelliği, nezaket ve nezafeti, fazilet ve izzeti imanın bir alameti olarak zuhur eder. İmandaki zafiyet, riya ve benzeri hatalar da aynen bunun gibi ibadetlerimize, ahlaki davranışlarımıza bir mikrop gibi sirayet ederler.
Hiç şüphesiz Peygamber Efendimizin yüce ahlakının kemali, güzelliği, fazileti O'nun imanının kemalinden kaynaklanıyor. Peygamber olarak alemlere rahmet olarak gönderilmesine, gelmiş geçmiş bütün günahlarının affedilmiş olmasına rağmen, Allah'tan en çok korkanımız olması, Allah'ı en çok sevenimiz olması, Allah'ı en çok zikredenimiz olması, Allah'a en çok ibadet edenimiz olması, O'nun imanının bütün beşerin imanından yüce ve güçlü olmasının bir alameti ve neticesidir.
Peygamber Efendimizin ailesine, akraba ve komşularına, dost ve ahbaplarına, hülasa, mescidde, çarşıda, pazarda, seferde karşılaştıklarına, misafirlerine ve yabancılara karşı ahlakı, edebi, hassasiyeti, nezaketi, nezafeti, şecaati, ikramı bütün ilgi ve alakası tamamıyla imanının bir alametidir.
Dolayısıyla, Peygamberimizin konuşmasının, susmasının, tebessümünün, yemesinin, içmesinin, oturmasının kalkmasının, hayatının gecesinin ve gündüzünün bütün güzelliği imanının güzelliğinin canlı ve canlı ve müşahhas halleridir.
Elbette O'nun kadar değil ama O'nun yolunda O'nun gibi olmak her müslümanın Allah'a, Resulü'ne, Kur'an'a ve ahirete imanının gereğidir. Hidayet ve istikamet üzere olmak da ancak bu yolla mümkündür.
Bir Müslüman, kendisine, ailesine, yakın çevresine, eşine, dostuna, arkadaşlarına, hülasa bütün muhataplarına karşı bakışından tebessümüne, konuşmasından susmasına, sorusundan cevabına, alacağından vereceğine, sevgisinden nefretine, tevazuundan vakarına, ikramında ihsanına ortaya koyacağı tutum ve davranışları da onun imanının bir alametidir. Yani ahlakının hali ve kemali imanının kemaline bağlıdır.
Ahlaki ve edebi davranışlar imanın gereği olduğu gibi toplumun hayır ve güveni için de doğru, güzel ve nezih olmak zorundadır.
Anne–baba ve evlat, amir ve memur, hoca ve talebe, esnaf ve müşteri, doktor ve hasta, iş ve sanat, siyaset ve devlet adamı olarak, bürokrat, aydın olarak yaşadığımız toplumdaki yerimiz, yetkimiz, sorumluluğumuz ne ise sözlerimizin, davranışlarımızın mutlak manada örnek ve ölçü alınabilecek nitelikte ve seviyede olması hem imani ve hem de vicdani bir vecibedir.
Dinimizde, örfümüzde ve kültürümüzde her şeyin bir hukuki yönü olduğu gibi ahlaki ve edebi yönü de vardır.
Siyasetin, ticaretin, sanatın, sporun, eğlencenin, komşuluğun, arkadaşlığın, meslektaşlığın ve aile hayatımızın bir hukuku olması gerektiği ve olduğu gibi bütün bunların bir ahlak ve edebi de vardır.
Bu manada hukuk ve ahlak birbirini tamamlar. Hukuku ahlak ve edepten, ahlak ve edebi hukuktan ayırmak asla mümkün değildir. Dolayısıyla hangi iş ve mesele olursa olsun onun hukuki yönünü ihmal etmekle doğacak neticelerde ahlakın ve edebin ihmalinden doğacak olan daha az olmayacağı gibi hatta daha çok ve onulmaz olabilir.
Bugün mevcut Anayasaya, kanunlara, yönetmeliklere, genelgelere ve tüzüklere rağmen devletin zirvesindeki konuşma ve davranış üsluplarına bakınız, orada hukukun mu yoksa ahlak ve edebin mi eksik olduğunu görürsünüz.
Siyaset meydanlarından stadyumlara, üniversitelerden sokaklara, televizyonlardan gazete sayfalarına, çarşı–pazardan adliye koridorlarına bakınız oralarda mutlaka öyle veya böyle bir hukuki zemin bulursunuz.
Ama maalesef işin ahlak ve edep boyutu işte boynumuzu büken, belimizi kıran onulmaz dert burada...
Ve bütün bunlara rağmen hala dine, örfe, ahlak ve edebe veryansın ediyoruz. Bu manada insanlık yaşamayı kendi intiharında aramaktadır.
Halbuki dinimizin, örfümüzün, geleneklerimizin, medeniyet ve kültürümüzün incelenmesi halinde karşımıza hukuki olduğu kadar ahlaki ve edebi yönden de erişilmez bir insan, bir aile, bir cemiyet, bir millet ve bir devlet örneği çıkar.
Her şeye rağmen günümüzde müslümanın, şeksiz şüphesiz, riyasız bir imana yani iman–ı kamile sahip olması, bilmesi gerekenleri Kur'an–ı Kerim ve Hadis–i Şerifler ölçüsü ve teminatı altında öğrenmesi ve mutlak bildikleri ili amel etmesi ve bu iman ve amelin tabii vezaruri tezahürü olan ahlak–ı hamideyi her sözünde, her davranışında riyasız ve ön yargısız ortaya koyması şarttır.
Allah'a imanın, Allah'ın kulu olmanın, Hz. Peygamberin ümmeti olmanın, bir müslüman olmanın sorumluluğu, izzet ve şerefi ancak böyle bir ahlak ve edep ile taçlanır. (Allah'ın selamı üzerine olsun Ali Gedik İcmal Dergisi Mayıs 2010)
Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.